Eğitim iletişimi nasıl olmalı?

Özge Karakaya
4 min readJul 14, 2021

--

Pandeminin başından bu yana pek çok çevrimiçi etkinliğe katıldım. Katıldığım etkinlikler çoğunlukla pandeminin hayatımıza getirdiği ve acil çözüm bekleyen konular etrafında şekilleniyordu: uzaktan çalışma, değişen tüketici davranışları, fiziksel ve zihinsel olarak pandemiyle başa çıkma yöntemleri, değişen dünyada verimlilik, pandemiden sonra hayatımızın neye benzeyeceği…

Eğitim de pandemiden önemli derecede etkilenen bir alan olarak, bu etkinliklerin konuları arasında yerini aldı. Eğitimi konuştuğumuz konular uzaktan eğitimin getirdiği altyapı sorunları, öğrenme kayıpları, tüm bunlara nasıl cevap verileceği vs. gibi aciliyet barındıran konulara dair uzayan bir liste. Eğitimin karşı karşıya kaldığı sorunlar ve bu sorunlara nasıl cevap verdiğimiz öylesine önemli ve acildi ki, eğitim alanında çalışan kişi ve kurumlar olarak, başımıza gelenleri anlamlandırma fırsatı bile bulamadan çözüm arayışına girdik. Oysa süreç bize üzerine hiç ama hiç konuşmadığımız bazı konuları konuşmak için altın değerinde fırsatlar sundu: eğitimi nasıl konuştuğumuz.

Eğitimi nasıl konuşuyoruz?

İnsan, içinde yaşadığı bağlamdan ayrı düşünülemez. Yaşadığımız bağlamı ise çoğu zaman dış etmenler ve maruz kaldığımız haberler belirliyor. Aslında 2000’li yılların başından bu yana, baş döndüren bir hızda yaşıyor ve çok fazla bilgiye maruz kalıyoruz. Dünyanın her yerindeki savaşlar, virüsler ve terör bir yana, sıradan bir vatandaşın hayatını etkileyen birçok mesele var. Küresel ısınma, teknolojik gelişmeler, geri dönüşüm ve sürdürülebilirlik, mobilite, sağlıklı beslenme, organik tarım… İçerik tüketen internet kullanıcılarından içerik üreten kullanıcılara evrilmemiz, bilgiye ulaşma yöntemlerinin de oldukça çeşitlendiğini gösteriyor. Dolayısıyla dinleyicilerin ilgisini yakalamak, hiç olmadığı kadar zor.

Türkiye’de yaşıyor olmak ise içinde bulunduğumuz küresel mesaj kalabalığına ancak daha çok katkıda bulunuyor. Ekonomik, sosyal, iklimsel ve toplumsal haberleri takip ederken bir gün döviz kurundaki dalgalanmalarla uyanıyor, ertesi gün Euro 2020’de kötü giden grafiğimiz ile uyuyoruz.

Güncel eğitim haberlerinin de bunlar arasında, hak ettiği kadar gündem bulamayan haberler olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim, ERG olarak eğitimi izlediğimiz 14 yılda belki de bu alanla en çok yan yana gelen kelime değişim olmuştur.

Sürekli değişime maruz kalmanın sorunsalı

Değişim, hepimizde kaygı yaratıyor. Gerard Hofstede’nin Kültürel Boyutlar Teorisi bunu ölçeklendirerek ortaya koyan bir bilimsel çalışma olarak gösterilebilir. Kültürel boyutlar teorisi, toplumun kendini örgütleyebilmesi için kabul etmesi gereken altı temel meseleyi, kültürel boyutlar adıyla, 0'dan 100'e kadar uzanan bir ölçekte ifade ediyor. Bunlardan biri arasında yer alan belirsizlikten kaçınma boyutu ise bir toplumun “geleceğin asla bilinemeyeceği” gerçeğiyle başa çıkma biçimini gösteriyor. Yani, geleceği kontrol etmeye mi çalışmalıyız, yoksa sadece olmasına izin mi vermeliyiz? Belirsizlik kaygıyı da beraberinde getirdiği için, farklı kültürler kaygıyla farklı şekillerde başa çıkıyor. Bir kültürün üyelerinin belirsiz veya bilinmeyen durumlar tarafından ne ölçüde tehdit altında hissettikleri ve bunlardan kaçınmaya çalışan inançlar ve kurumlar yarattıkları, belirsizlikten kaçınma puanına yansıyor.

Türkiye Hofstede’nin kültürel boyutlar teorisine göre, belirsizlikten kaçınma skorunda 100 üzerinden 85 puan alarak, belirsizliği düzenlemede kanunlar ve kurallar gibi araçlara büyük oranda ihtiyaç duyuyor. Bunun mevcut olmadığı yerlerde ise geleneksel ve dini ritüellere sığınıyor.

Hofstede’nin teorisine göre, belirsizlikle başa çıkmanın zor olduğu bir kültürde, çok fazla değişkene ve sürekli devam eden bir değişime maruz kalmanın kimseye iyi gelmeyeceği ve zaman içerisinde toplumsal güven eksikliğine yol açacağı aşikâr. Buna ek olarak, sivil alanda çalışanların dönüşüm yaratmak için vermeye çalıştığı önemli mesajların duyulmamasına da yol açabilir.

Peki ne yapmalı?

Eğitim çok paydaşlı, çok katmanlı bir sistem. Yalnızca çocuğun, öğretmenin, ebeveynin ve karar vericilerin içerisinde olduğu bir sistem olmanın ötesinde, farklı katılım seviyelerinde pek çok paydaşı barındırıyor. Siyasi partiler, bakanlıklar, yerel yönetimler ve yönetimsel komiteler gibi devletle ilgili aktörlerden tutun da akademi ve bilim dünyasına, irili ufaklı şirketler, hayırsever iş insanları, varlıklı aileler gibi endüstriyel kurumlardan eğitimle ilgili dernekler, odalar ve birlikler, uluslararası kuruluşlar gibi sivil toplum örgütlerine, medya, fikir önderleri, dijital içerik üreticiler gibi kanaat önderlerine kadar pek çok paydaşı var.

Bunların, birbirinden kopuk amaçlar ve söylemler yerine, ortak bir gelecek üzerine kafa yorarak amacını birlikte belirlemiş, birlikte çalışan ve eğitim sistemini iyileştirmek için kaynakları olduğu kadar önemli mesajları da bir araya getiren bir büyük yapı oluşturduğunu hayal edelim. Hep birlikte, değişimin karşısında insanlara güven veren, tutarlı ve bütüncül, bir büyük ses olduğumuzu hayal edelim. Neler farklı olabilirdi?

Pandeminin başında, salgınla değişen yaşamlarımızı tanımlamak için McKinsey, “The New Normal” kavramını ortaya atmıştı. Pandeminin ikinci yılında ise yeni normal kavramı yerini, pandemiden öğrendiklerimize daha çok alan açan “The New Possible”, yani yeni mümkün kavramına bıraktı. Aradığımız dönüşüm için en önemli başlangıcın bu birliktelik halinde yattığını düşünüyorum.

Çocuğu merkeze alan ve onun yüksek yararı için çocuğu çevreleyen herkesin bir büyük ses oluşturduğu bir dünyada, eğitimi nasıl konuştuğumuz ve hangi haberler çerçevesinde ele aldığımız da önemli ölçüde değişecektir. Bu da eğitime ve eğitimin paydaşlarına dair algımızı olumlu ölçüde değiştirecek, daha güvenilir ve itibarı yüksek bir yapıyı birlikte inşa etmemize yol açacaktır.

Bu yazı Öğretmen Ağı için hazırlanmış ve ilk olarak Öğretmen Ağı’nın Medium hesabında yayımlanmıştır.

--

--

Özge Karakaya

Stands at the intersection of strategy and creativity, private sector and civil society. Loves and occasionally writes about traveling.