Merak kariyere dönüşmek zorunda mı?

Kişisel bir merak hikâyesinin beklenmedik sonu

Özge Karakaya
4 min readDec 15, 2020
“The matter of making room”, photo © Beckmans College of Design

Ortaokulu babamın tayini sebebiyle bulunduğumuz Mersin’de okudum. Televizyonda Popstar’ın gösterildiği, Beyaz Show’un pek çok insanı gece uykusundan alıkoyduğu yıllardı. Bense ailemle uyku pazarlığımı başka bir program için yapıyordum: Çarşamba geceleri ATV’de yayımlanan G.A.G. Bu programda sarışın, kısa saçlı bir kadın, muzip gülüşü ve alışkın olmadığımız anlatım tarzıyla ince şakalar yapıyor, farklı dillerde yayımlanan komik reklam filmlerini yorumluyordu. G.A.G. ve Gülse Birsel’in metinleri sayesinde, mizahın bir anlayış olduğunu ve kişiden kişiye değişebileceğini kavrıyordum. Benim mizah anlayışıma karşılık gelen şey ise tam olarak buydu!

G.A.G.’da izlediğim reklam filmleri sadece komik değildi. Akılda kalıyordu, ilgi uyandırıyordu, mesajları üzerine düşündürüyordu. Bu filmlerin bazılarını bugün hâlâ hatırlıyorum. Neydi bunun sırrı? Bu işlerin arkasında kim vardı? Bu kadar vurucu, zekice cümleleri kim yazıyordu? Algıları açan bu görüntüler nasıl çekiliyordu? Reklamlar hayal gücümü öylesine tetikliyordu ki nasıl ve kimler tarafından yapıldıklarını öğrenmek için dizginlenemez bir merak duyuyordum.

Ne yazık ki ailemde sektörü bilen, bana yol gösterebilecek kimse yoktu. İlgimi paylaştığım arkadaşlarım bu işe benim kadar heves etmemişti, öğretmenlerimle paylaşacak yakınlığı ise ben bulamamıştım. Bu yalnızlık içinde radyodaki, televizyondaki reklamlara daha çok kulak kesilmeye başladım. Reklamların gizli yaratım dünyalarının izine dair aradığım ipucu ise bir gün eve Hürriyet Gazetesi’yle birlikte geldi. O ipucu, gazetenin eki olarak hediye edilen Kırmızı‘ydı.

Kırmızı, reklamda yaratıcılığı özendirmek adına düzenlenen Kırmızı Ödülleri’nin dergisiydi. İçinde ilanlar, grafikler, röportajlar, ses getiren kampanyaların hikâyeleri ve “Keşke benim aklıma gelmiş olsaydı” köşeleri vardı. Derginin sonraki sayılarını da dikkatlice takip ettim. Ajansların, yaratıcıların adlarını öğrendim. TV’de, radyoda, gazetede gördüğüm reklamları yorumlamaya ve bundan çok keyif almaya başladım.

Derken lise, ardından bölüm seçimimizi etkileyecek sözel, eşit ağırlık ve sayısaldan oluşan alan seçimleri yaklaştı. Eğitim sistemimiz beni heyecanlandıran şeyler ile okuduğum dersler arasındaki bağı kurmama yardımcı olmadığı gibi, gireceğim hangi yolun beni mutlu edecek kariyere çıkaracağı konusunda da beni aydınlatmadı. Reklamlara olan ilgimin becerilerimle ilişkili olup olmadığına, ben dahil kimse kafa yormadı. Sınıfın, okulun en iyi öğrencilerinden biri olarak, benden önceki iyilerin gittiği yollara doğru kıvrıldı yolum. Ve bir gün, ODTÜ’de İşletme okurken katıldığım bir etkinlik beni tekrar ortaokul yıllarıma ışınladı. O zamanlar adı Grey İstanbul olan ajansın temsilcisi, etkinlikte “4 Jenerasyon Reklam” başlıklı bir sunum yapmıştı. İçimdeki tüm hayal kapıları yeniden aralanmıştı. Sunumun ardından tüm cesaretimi toplayarak motivasyon mektubumu ilettim. Bir yaz sonra da kendimi aynı ajansın strateji ekibinin stajyeri olarak buldum.

Ajansta geçirdiğim sürede her türlü insanla tanıştım. Müdürüm Yugoslavya göçmeniydi, arada Türkçesi kayıyordu. Ekiptekilerden biri endüstriyel tasarımcıydı, şimdilerde meşhur bir illüstratör. Birisi belli ki çok varlıklıydı ve Bukowski romanlarından kafasını kaldırmıyordu. Diğeri esnaf bir ailenin kızıydı, İşletme okumuştu ve azmediyordu hayalini kurduğu reklam kariyeri için. Diğeri ise zaten Reklamcılık okumuştu, başka yönde ilerlemeyi düşünmemişti. Ajansa her gün çeşit çeşit müşteri geliyordu. Bazıları takım elbiseyle, bazıları kot pantolonla… Elimizden her türlü proje geçiyordu. Bir gün diş macunu konuşuyorduk, öbür gün Süper Lig. Bir gün hapis yatan gazetecileri araştırmamı istiyorlardı, öbür gün yeni çıkan rakı markalarını…

Bir televizyon programıyla başlayan hikâyemde “reklamcı” sıfatına en çok yaklaştığım o günlerde, reklamcılarda reklamcılığın ötesinde, yaşama dair önemli bir beceriyi görmüştüm: şartlar neyi gerektirirse gerektirsin yaratıcı düşünmek. Ajansta bir gün diğerini tutmuyordu. Her hafta onlarca sektör, ürün, problemle karşı karşıya kalıyor, bir sürü insana laf anlatıyorduk. Zaten bütün iş de “anlatmak”taydı. Kime anlatacağız? Ne anlatacağız? Anlatırken sıradanlıktan nasıl sıyrılacağız? Yaratıcı düşünmek her gün başvurduğumuz bir beceriydi. Deneyim ayırt etmeden hepimizde, değişen oranlarda da olsa vardı. Öğrenilebiliyordu ve zorluklarla karşılaştıkça, ekip oldukça daha da gelişiyordu.

O günlerden bugüne İşletme’den mezun olup, Avrupa Birliği Ekonomik Entegrasyonu konusunda yüksek lisans yaptım. Özel sektörde ve sivil toplumda çalıştım; davranışsal ekonomi, marka yönetimi, iletişim, eğitim alanlarında uzmanlaştım. Reklamlara olan ilgim reklamcılıkta bir kariyere dönüşmedi. Ama beni, bir mesleğin temelinde yatan düşünme şekliyle tanıştırdı. Ve ben bugün durduğum yerde, bunun kesinlikle daha kıymetli olduğunua inanıyorum.

Gelelim merakı kariyere dönüştürme trendine… Pek çok mecrada, bunu başarabildiğini anlatan, gençleri buna teşvik eden şanslı insanların haberleriyle karşılaşıyorum. Her birinin bireysel hikâyeleri kadar, kendimize inanmamızı, tutkularımızın peşinden gitmemizi söyleyen motive edici konuşmaları da yaygın. Bunlar bana ister istemez şunu düşündürüyor. Yolları aydınlatılmadan, becerilerine dair erken yaşta geribildirim alma fırsatı bulamadan meslek seçimi üzerine kafa yoran gençler, bunları gördükçe ne hisseder? Memlekette bir ilgi alanını keşfetmenin ve peşinden gitmenin kendisi yeterince zorken, bunu kariyere dönüştürme ideali ilham mı verir, zarar mı? Ya o gençler henüz meraklarını keşfetmedilerse? Ya da içlerinde her şeye dair merak taşıyorlarsa?

İlgi alanıyla eğitim hayatı arasında bağ kurmakta zorlanan genç bir insanın, “Büyüyünce ne olacaksın?” sorularının baskısı altında, meslek edinme kaygısıyla vazgeçtiği ilk şeyin kendisi olması işten bile değil. Belki bu yüzden sektörleri, meslekleri, çeşitli kariyerleri yücelten merak hikâyeleri yerine, farklı becerileri, düşünme biçimlerini, hayatın içinde var olmanın binlerce yöntemini yaygınlaştırmalıyız. Merakın tüm bereketinin, belirli bir hedefin değil, merakın kendisinin peşinde sürüklenmekte olduğunu anlatmalıyız. Böylece varlığının icra ettiği meslekten ibaret olmadığını bilen, şartlar ne olursa olsun kendi yolunu çizebilen ve yaşamın akışında yön değiştirme cesareti bulabilen nesiller yetişmesine katkıda bulunmuş oluruz.

Ne iyi ki bunun için tek bir karşılaşma bile yeterli olabiliyor. Hatta bazen, bir televizyon programı bile…

--

--

Özge Karakaya
Özge Karakaya

Written by Özge Karakaya

Stands at the intersection of strategy and creativity, private sector and civil society. Loves and occasionally writes about traveling.

No responses yet